9 Aralık 2015 Çarşamba

AŞK ZAMANLA AZALIR MI?

KİM Kİ DUK – ZAMAN

(SPOİLER İÇERİR!)

İnsanın zamandaki yeri, zamanın insan için değeri… Zaman geçerken bizler hep aynı yerde miyiz, yoksa geride mi ya da ilerde miyiz? Zaman değiştikçe biz eskiyor muyuz? Duygularımız eskiyor mu? Kendimizden, sevgilimizden sıkılıyor muyuz? Aşk sadece bir alışkanlığa mı dönüşüyor?

Kim Ki Duk Zaman’da bu gibi sorulara cevap verirmiş gibi görünüyor. İki yıldır düzenli ilişkileri olan bir çift var filmde. Bir kafede buluşuyorlar. Kadın, erkek arkadaşını kafedeki diğer kadınlardan, aslında herkesten kıskanıyor. Sevgilisinin, artık kendisinden sıkıldığını düşünüyor. Ve ondan, sürekli aynı yüzü görmek zorunda olduğu için özür diliyor.

Genç kadın, erkek arkadaşıyla buluşmaya gelirken, bir estetik kliniğinin önünde yabancı bir kadına çarpıyor. Bu çarpma esnasında kadının elindeki çerçeve yere düşüp kırılıyor. Kadın kahramanımız Sehi, çok özür dileyerek çerçeveyi tamir ettirmeye gidiyor, geri geldiğinde kadını bulamıyor ve çerçevedeki kadın fotoğrafıyla erkek arkadaşıyla buluşacağı kafeye gidiyor. Erkek arkadaşı fotoğrafı gördüğünde, fotoğraftaki kadının çok çirkin olduğundan bahsediyor.

Kafedeki kıskançlık krizinin neden olduğu kavgadan sonra, Sehi eve gidiyor. Erkek arkadaşı da peşinden giderek ondan özür diliyor. Sehi, özür dilemesi gerekenin kendisi olduğu söyleyerek aynı yüzü görmek zorunda olduğu için ondan bir kez daha özür diliyor. Erkek arkadaşı bu tavrının çok saçma olduğundan söz ediyor. Sehi ise buna karşılık çarşafı suratına geçirip bir kez daha aynı yüzü görmek zorunda olduğu için ondan özür diliyor.

Sonrasında Sehi’nin erkek arkadaşı Civu’ya oral seks yaptığı fakat erkek arkadaşının erekte olamadığı sahneyi görüyoruz. Bunun üzerine Sehi, ondan kafedeki kadını düşünmesini istiyor. Kafedeki kadını düşündüğünde erkek arkadaşı erekte oluyor. Ve bu durum kadının, erkek arkadaşının ondan sıkıldığı düşüncesini besliyor.

Ertesi gün Civu,  Sehi’yi aradığında telefon numarasının kullanım dışı olduğunu öğreniyor, onu merak ederek evine gittiğinde ise Sehi’nin hiçbir şey söylemeden taşındığını fark ediyor. İş yerine gittiğinde de ona ulaşamıyor.

Sehi, filmin başında gördüğümüz estetik kliğine giderek, doktordan yüzünü değiştirmesini istiyor. Daha güzel olmak değil istediği şey, sadece farklı biri olmak istiyor. Doktor Sehi’yi vazgeçirmek için ona estetik operasyonun bir videosunu izletiyor. Fakat Sehi gördüğü şeylerden midesi bulanmasına rağmen ameliyat için ısrarcı oluyor.

Bu durum aşkın yarattığı bağlılığın sonunda ortaya çıkan şiddetin birebir yansımasıdır. Bir insanın yüzünü tamamen değiştirecek kadar ciddi bir psikolojik ve fiziksel şiddeti kendine uygulatması, yaşadığı aşırı bağlanma ve kaybetme korkusunun bir sonucudur.

Sehi’nin tamamen iyileşmesi altı ayını alacaktır. Bu altı ay içinde Civu ne zaman bir kadınla yakınlaşsa ona kendini hatırlatacak bir şeyler yapar. Civu bu süreçte ona olan aşkının büyüklüğü fark etmiştir. Sürekli onu bekler hatta belirli aralıklarla onu arar. Umutsuzluğa düştüğü bir anda büyük bir ağacı tekmeler. Aynı ağacı daha sonra filmin ilerleyen sahnelerinde Sehi de tekmeleyecektir. Bu ağaç zamanı ve zamanın aşkı bitireceği korkusunu temsil eder. Sevgiliye ulaşılamayan her anın ona olan aşkı azaltacağı korkusu. Zaman aşkın düşmanı gibidir.

Civu, vakit geçirmek için adaya gider. Adaya giden vapurda Sehi’nin ameliyattan sonraki haliyle karşılaşacaktır. Ama yüzünde maske olduğu için onun ne Sehi olarak ne de yeni haliyle göremez. Adadaki heykel parkında onun bir fotoğrafını çeker ve daha sonra onu gözden kaybeder.



Heykel parkı filmdeki önemli mekânlardandır. Özellikle sonsuzluğa uzanan iki el heykeli içerisinde Civu’nun hem ameliyattan önce hem de ameliyattan sonra Sehi ile fotoğrafı vardır. Heykel aşkı temsil eder, heykelin içindeki merdivenlerse zamanın sonsuzluğunu. Aşk zamanın içinde bir yerdedir. Zaman onun içinden geçer, aşk zamanın içinden değil. Bu nedenle aşkın zamanla değişmesi mümkün değildir. Değişen biz insanlardır. Elimizde olanlarla yetinemeyen ve daima tüketmeye programlı olan bizler, sıkıldığımız her şey için zamanın suçlarız.



Civu, Sehi’nin yeni hali Sihi ile yine aynı kafede karşılaşacaktır. Kafedeki garson kız olarak ona yaklaşan Sihi aralarında yeni bir ilişki doğmasını sağlar. Heykel parkında beraber vakit geçirip aynı heykelde fotoğraf çekinirler. Sihi, onu denemek için, eski sevgilisinden olduğunu düşünmesini istediği bir not yollar. Bu not Sihi ile Civu’nun ilişkilerinin seyrini tamamen değiştirir. Civu eski sevgilisini, Sehi’yi unutamamıştır. Sihi bu sefer kendini geçmişinden kıskanır. Civu’yu kaybeder ve sinir krizine girer.

Civu Sehi’den yine aynı kafede buluşmak üzere bir not alır. Civu, belirlenen tarihte kafeye gittiğinde ise Sehi yüzünde ameliyattan önceki halinin maskesi takılı bir şekilde gelir. Civu onun aşkının şiddetinden korkar. Bağlılığı Sehi’nin ameliyat olmasına neden olmuştur. Bu bağlılık aşktan öte bir durumdur, bir deliliktir. Onun yeni yüzünü görmek istemez. Kafeden ayrılır.

Civu, Sehi’yi ameliyat eden doktoru bularak onu içki içmeye davet eder. Ona ilk önce bu ameliyatı yaptığı için kızar, daha sonra çaresizce yardım ister. Şiddet Civu’yu da mahveder. Sevdiği kadının yüzü artık yoktur. Aşk, sevgilisini kaybetmesine neden olmuştur. Aklına gelen çözüm yolu ise yine acımazca olur. Doktordan kendi yüzünü de değiştirmesini ister. Altı ay ortadan yok olur.

Bu arada durumu doktordan öğrenen Sihi, her tanıştığı adamda, yer yeni yüzde onu arar. Onu affetmeye, yeni haliyle sevmeye hazırdır. Aynı zamanda yaptığı hatanın bedeli çok ağır ödemektedir. Psikolojisi alt üst olur. Sürekli kafeye giderek Civu’yu bekler, tanımadığı erkeklerin evine gider. Heykel parkına gider, Civu’yu arar. Orada yerde yatan bir çıplak bir erkek heykeline sarılarak yanına uzatır. Bu sahne Sehi’nin aşktan beklentisinin somut bir anlatımı gibidir. Heykel eliyle penisini tutmakta, yüzü ise örtülü bir biçimde uzanmaktadır. Sehi de aşık olduğu adamdan hareketsiz bir heykelmişçesine yalnızca kendisine ait olmasını beklemiştir. Civu’nun benliğini, onun sevgisini ve iradesini yok saymıştır.



Bir gün kafede o olduğunu tahmin ettiği bir adama rastlar ama adam kaçar, Sihi onu takip eder, arkasından koşar. Bu kovalama sırasında Sihi herkesin içinde onun adını bağırır, artık ortaya çıkması için ona yalvarır. Çünkü zaman aşkın düşmanıdır. Bu kaçış sırasında Civu’ya araba çarpar. Koşarak yanına giden Sihi, onun yüzünün tanınmayacak bir duruma geldiğini fark eder.

Bağlılığın doğurduğu şiddet ikisini de bitirmiştir. Civu ölmüş, Sehi ise artık yoktur. Ne Sihi olabilmiş ne Sehi olarak kalabilmiştir. Elleri ve yüzü Civu’nun kanına bulanmış bir şekilde, estetik cerraha gider. Başka bir olmak ister, hiç tanımadığı birine dönüşmek…

İkinci kez yüzünü değiştiren kadın, ameliyattan sonra elinde Sihi’nin fotoğrafıyla polikliniğinin kapısındayken Sehi ona çarpar. Elindeki çerçeve yere düşerek kırılır.

Zaman başa dönmüştür. Zamanı doğru kullanmak bizim elimizdedir. Zaman bir döngüdür ve olayların içinden geçer. Zamanın doğrusal olduğunu düşünmek bizi eskidiğimiz yanılgısına sürükler. Zamanın geçip gittiği ve bizim geride kaldığımız hissi tüketim toplumunun en büyük yanılgısıdır. Hep daha fazlasını ister. Oysa her birimiz zaman döngüsünün içindeyizdir. Zamanla birer bütünüzdür.

Zaman geçip gitmez, biz onun içindeyizdir. Aşk zamanla azalmaz, azalan bizim tatminimizdir. Zamanın ilerlediğini düşündüğümüz için ilişkimizin de ilerlemesi gerektiğini düşünürüz. Yüzümüzün eskidiğini, sıkıcı olmaya başladığımızı düşünürüz. Bu durum sadece modern insanın zamanı algılayışındaki yanılgısıdır.




7 Aralık 2015 Pazartesi

BEDEN BÜTÜNLÜĞÜNE İLİŞKİN KİMLİK BOZUKLUĞU

Nip Tuck 3. Sezon 7. Bölüm

Dizi iki estetik cerrahın süre gelen iş yaşamını konu edinmektedir. Bölümde ise “Beden Bütünlüğüne İlişkin Kimlik Bozukluğu” hastası bir kişi yardım için iki cerrahın ofisine gelmiştir.

Dizinin bu bölümü bir erkek hastanın iki cerrahın karşısına gelerek kendi görünümünden rahatsız olduğunu ifade etmesiyle başlar. Görünürde bir bacağı yokmuş gibi duran adamın kıyafetini çıkardığında bacağının aslında yerinde olduğu görülür. Hasta kendi bacağından o kadar rahatsızdır ki yokmuş gibi kıvırarak dolaşmaktadır. Doktorlardan bacağını kesmelerini ister, karşılığında istedikleri ücreti ödemeye razıdır. Adam ünlü bir mimardır  ve temel felsefesi “eksikliğin güzelliği” dir. Dizide bu anlamda bacağının eksik olmasını istemesine bir göndermeden bulunulmuştur. 

Doktorlardan biri maddi kaygı nedeniyle bacağı kesmeyi kabul ederek adama ümit verir. Fakat diğer doktor bunun etik olmadığını düşünerek reddeder. Adam doktora çok yalvarıp kabul ettiremeyince bacağına silahla ateş eder. Bacak yine de kurtarılabilir durumdadır. Ama eğer operasyon yapılmazsa bacağına tekrar zarar vereceğini söyler. Bu durum doktoru ikileme düşürür ve operasyonu yapar. Böylece rahatsızlığı olan kişi tamamen rahatlamış olur.

HASTALIĞIN DSM* TANIMI: 

Dış görünümünde başkalarınca gözlenebilir olmayan ya da başkalarınca önemsenmeyecek, bir ya da birden çok kusur ya da özür algılama düşünceleri ile uğraşıp durma. Kişi bu bozukluğun gidişi sırasında bir zaman, dış görünüşüyle ilgili kaygılarından ötürü yinelemeli davranışlarda (örn: aynaya bakıp durma, aşırı boyanma, derisini yolma, güvence arayışı) ya da zihinsel eylemlerde (örn: dış görünüşünü başkalarıyla karşılaştırma) bulunur.

Doktorların mesleğe başlarken en temelde yararlı olmasalar bile zarar vermemeye yemin ettiklerini biliyoruz. Bu durumda doktorlar doğru mu yapmıştır? Hastanın acı çektiği bu dayanılmaz durumdan onu kurtararak zarar vermiş mi oldular? Bence zarar vermediler. Biliyoruz ki bir durum işlevselliği etkilemediği sürece zarar sayılmıyor. Ama adamın bacağının yerinde ve sağlıklı olması onun tüm hayatını etkilemektedir. Mutsuzdur ve üretken olamamaktadır. Bacağı kesildiğinde ise hayatına devam edebilmektedir. Bu durumda işlevsel olan bacağın yerinde olmamasıdır. 

Literatür araştırması yapıldığında, BBİKB hastalığından mustarip kişilerin kurtulmak için çok tehlikeli yollara başvurdukları görülmektedir (istenmeyen uzuvdan kurtulmak için tren raylarına yatmak gibi). Mademki bu insanlar oldukları durumda hayatlarına devam edemiyorlar, istemediklerin uzvun kesilmesi bir çözüm olabilir. Elbette daha farklı bir çözüm bulunana kadar. Tabi eğer hastalığın, hastalık olmaktan çıkıp normal kabul edileceği günleri varsaymazsak.


KAYNAK

APA (2014). DSM-5. (Ertuğrul Soydemir, Çev.) İstanbul: Botlar Psikiyatri Enstitüsü.


DSM* : The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders

3 Aralık 2015 Perşembe

OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK


Obsesif kompulsif bozukluk gümünüzde sık karşılaşmaya başladığımız hastalıklardan. Obsesyon kişinin istemeden zihnine giren düşüncelerdir. Kişi bu düşüncelerden rahatsız da olsa sürekli zihnine gelmesine engel olamaz. Sıkıntıya, strese ve anksiyeteye sebep olan bu düşüncelerin, kişi mantıkdışı olduğunu bilse dahi elinden bir şey gelmez. Kompulsiyon ise bu huzursuzluğa neden olan düşüncelerden kurtulmak için yapılan yineleyici davranışlardır. Yani obsesif kompulsif bozukluk (OKB) için takıntılar ve tekrarlar hastalığı diyebiliriz.

Elbette herkesin çeşitli takıntıları, zihninden çıkarıp atamadığı düşünceleri ve kimilerine abartılı gelen kişilik özellikleri vardır. Peki bir takıntı ne zaman obsesif kompulsif sayılır? Buradaki en önemli nokta elbette her hastalıkta olduğu gibi bireyin günlük yaşam kalitesini düşürmesi ve çevresine rahatsızlık vermesidir. Örnek verecek olursak, bir kişi evini düzenli tertipli tutuyor ise elbette bir sorun teşkil etmez hatta bu iyi bir durumdur. Ama kişi temizlik ve düzen adı altında evine kimseyi davet edemiyorsa, sokakta bir şeye değmemek için eldivenle geziyorsa, her tuvalete girdikten sonra duş alıyorsa, girdiği duşlardan saatlerce çıkamıyor, bu nedenle kendine ve sevdiklerine vakit ayıramıyorsa burada ruhsal bir rahatsızlıktan söz edilebilir.

Peki obsesif kompulsif bozukluk belirtileri nelerdir? Hastalık çeşitlerine göre farklı belirtiler gösterir. Kısaca OKB’nin çeşitlerinden bir kaçını ele almamız gerekirse, en sık görüleni simetri, düzen obsesyonu ve kompulsiyonlarıdır. Bu tip hastalar düzensizliğe tahammül edemezler. Örneğin bir kitaplıkta kitapların gelişigüzel sıralandığını gördüklerinde, tüm günlerini alacak dahi olsa kitapları boy ve renk sırasına göre dizmeye kalkışırlar. Veya yabancı birinin evinde bile olsalar halının bir köşesi katlanmışsa düzeltene kadar kıvranır dururlar.

Yine sık görülen obsesif kompulsif bozukluklardan bir diğeri de biriktirme ve saklama kompulsiyonlarıdır. Bu kişiler “belki bir gün işe yarar” düşüncesiyle çok tuhaf şeyleri biriktirebilirler. Bu şeyler çikolata paketlerinden, market poşetlerine, tarihi geçmiş gazetelerden, tanımadıkları insanların fotoğraflarına kadar çeşitlilik gösterebilir.

Bir diğeri ise kuşku obsesyonu ve kontrol kompulsiyonudur. Bu kişiler sürekli kuşku halindedirler. “Ocağı kapatmış mıydım, kapıyı kilitledim mi, ütünün fişini çıkarmış mıydım, camları kapamış mıydım? ya evi su basarsa keşke vanayı kapasaydım” vs gibi düşünceleri zihinlerinden bir türlü çıkaramaz ve emin olmak için sürekli kontrol ederler. Elbette hepimiz kimi zaman “ocağı kapatmış mıydım?” diye düşünürüz ama bunun sonucunda defalarca eve geri dönerek işimizi aksatmayız.


Obsesif kompulsif bozukluk kimi zaman panik bozukluklarla, bipolar bozuklukla veya başka bir takım hastalıklarla karıştırabilir. Bunu ayırt etmek için uzmana başvurmak en akıllıca yoldur.

28 Kasım 2015 Cumartesi

RAKI


Rakının ilk kez Osmanlı topraklarında üretildiği kabul edilmektedir. Bazılarına göre ilk rakı Balkanlar ve Ege adalarında erikten yapılan Ouzo’dur. Tadı Türk rakısına benzeyen bu içkide anason bulunmaz. Bazıları ise Japonların pirinçten ürettikleri sake’nin rakının babası olduğu görüşünü savunsalar da rakının Anadolu’daki öyküsü 300 yıl öncesine dayanıyor. Rakı yunanlıların Osmanlı egemenliğindeyken aldığı bir kelimedir, Türkçeden gelir. Yunan ansiklopedilerinde yunanlıların geleneksel içkisi Uzo’nun mucidi Kirios Stavrakis adlı bir Osmanlı doktoru gösterilmiştir.

Rakının içmenin ayrı bir adabı vardır.
-Özellikle akşamcı dediğimiz kişiler rakıyı gün batmadan içmezler.
-Yalnız içilmez.
-Kederliyken içilmez.
-Rakı gürültü patırtı çıkarmak isteyenlerle, bağıra çağıra konuşanlarla içilmez.
-Rakı bardağı su içer gibi dikerek içilmez, küçük küçük yudumlarla demlenilir.
-Şakadan, nükteden nasibini almamış olanlarla içilmez.
-Rakı dostlarla birlikte sohbet için içilir.
-Rakı sofrasında fazla yemek yenmez. Rakı mezeler eşliğinde içilir.
-Rakı şalgam suyu ve soda ile içilmez.
-Rakı sofrasında rakının yanında bira, şarap gibi içkilere yer verilmez.
-Rakı sofrasında sigara küllüğüne zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu gibi nesneler koyulmaz.
-Sonradan içilen kahve fincanlarının tabağında sigara söndürülmez.
-Asıl rakıcılar rakının içine buz koymazlar. Rakı şişesi buz kovası içinde kendiliğinden soğumaya bırakılır.
-Rakıdan ilk yudum aldıktan sonra bir süre ağızda bekletilir, dişlerin arasından bir nefes alınır, böyle yapılınca akciğerler de rakıdan nasibini alır.

Rakı sofrasında planlı programlı ciddi işler konuşulmaz. Geyik muhabbeti yapılır. Eski anılar tazelenir, yitirilmiş dostlardan söz edilir. Edebiyat ve siyasetten konuşulur. Zaman zaman hükümetler yönetimden düşürülür, sonra tekrar kurulur. Amaç seviyeli hoşça vakit geçirmektir. Ortam karşılıklı konuşmalara fikir alışverişlerine yönelik olduğundan demokratik bir forum özelliği bile taşır. Rakı muhabbetinin grup terapisi olduğunu ileri süren psikologlar da vardır.
           
Rakının kendine özgü birçok mezesi vardır. Beyaz peynir, zeytinyağlılar, patlıcan kızartması, vb. Bir de göz mezesi vardır ki ne olduğunu Yahya Kemal Beyatlı anlatıyor:

Yahya Kemal her akşam sofrasını kuş sütü eksik olmamacasına kurdurursa da çoğuna elini bile sürmezmiş. Bunların hepsinin de hesabını ödermiş. Bir gün şef garson sofrasına kırmızı turp koymayı nedense ihmal etmiş. Bunun gören Yahya Kemal garsonu çağırmış, nerede kırmızı turp diye sormuş.
-Efendim, dikkat ettim her sefer ben koyuyorum, siz elinizi bile sürüyorsunuz?
-Ben sofraya konan her şeyi yemek zorunda değilim, onların bazıları benim göz mezem!

            Rakının sarhoş edeceği anlaşıldığında izin istenip sofradan kalkılmalıdır. Hesap kesildikten sonra meyhane sahibi tarafından müdavimleri ekstradan rakı gönderilmesi adettendir. Buna yolluk denir.

Meyhane

Osmanlı meyhaneleri gedikli ve koltuk olarak ikiye ayrılır.

Gedikli meyhaneler: ruhsatı olan meyhanelerdir. Hepsi büyük yerlerdir. Ya babadan oğula kalır, ya ustadan çırağa devredilir ya da işin ehli olan bir başkasına satılır.

Koltuklar: ruhsatsız. Kaçak meyhanelerdir. Daha sonraları randevu evlerine de bu isim verilmiştir.

Bir de İstanbul’da seyyar içki satan ayaklı meyhaneler vardır. Hepsi Ermenidir. Bellerine ucu musluklu ve içi rakı ya da şarap doldurulmuş uzun bir koyun bağırsağı sararlar. Biri içki istediğinde kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, içkiyi sunar. İçkiyi içen ağzını elinin tersiyle siler ve buna “yumruk mezesi” denilir. Meyhaneler yılda bir ay (ramazan ayında)  ayında kapatılır. Barba (meyhane sahibi) çok hatırlı müşterilerinin evine bayramın ilk günü birer büyük kayık tabak içerisinde midye dolması gönderir. Anlamı “unutma bizi”dir. Kagir, kapıları ve pencereleri kemerli, geniş ve biraz loşça yapısı olan meyhanenin, bir tarafında şarap fıçıları tavana kadar yükselir, yanında şarap kovaları sıralanır ve şarap almak için büyük fıçılara sürekli olarak dayalı duran merdivenlerle çıkılırmış. Meyhanecinin "miço" denilen genç çırakları, ellerinde kovalarla bu merdivenleri tırmanıp, fıçılardan ve küplerden içki alarak şişelere ve kadehlere dağıtırlarmış. Gitme vakti geldiğinde de çıngıraklar çalınır müdavimler uyarılırmış.
           
Meyhanelerde mezeciler ve aşçılardan başka çubuk ve nargile içenlerin hizmetini gören ateşçilerin (ateş oğlanları) de bulunduğu, ayrıca, ateş oğlanlarının meyhaneleri dolanıp köçeklikte yaptıkları, yalnız çubuk ve nargilelere ateş koymayıp, cilvelerle, işvelerle müşterileri meyhanelere bağladıkları bildirilmiştir. Bunlar süslerine ve kıyafetlerine özen gösteriyor, ayaklarında kadife tasmalı takunyalar, saçları omuzlarında, çekici kâkülleriyle masaları dolanırlarmış.

İçkicilere hizmet edecek gençleri 18-25 yaşları arasında ve güzel olanlar arasından seçtikleri belirtilmiştir. Sakiler genellikle Rum, Ermeni ve Kıpti asıllılar olmuştur. Ancak Sakızlı Rumlar en makbulü olarak nitelenmiştir. Sakinin, güzel yüzlü, güzel huylu, boyu posu yerinde ve ince dalan olması istenirmiş. Yüzünde Halep çıbanı dışında hiçbir çıban, yara bere ve et beni bulunmamalıymış. Dişleri temiz ve sağlam, dudaklarının kırmızısı görünen, ağzı ancak çorba kaşığı girebilecek kadar küçük, kirpikleri uzunca ve kıvrık, parmakları uzun ve ince yaratılmışı en makbulüymüş.

Terbiyeli, sır tutar, duyduklarını işitmez, gördüklerini bilmez, sezdiklerinin farkına varmaz olmalıymış. Saki, meyhanede sadece "mey sunma" ile kalmamış, o dönemlerde meyhane müdavimlerinden bazılarının cinsel açlığını da gidermişdir. Bu hizmeti bazen ateş oğlanları da yerine getirmiştir. Meyhane müdavimine içki sunduktan sonra adet olduğu üzere bir de öpücük verirlermiş.


İlhan Eksen'e göre meyhaneler şu özellikleri ile diğer içki içilen yerlerden ayrılmasını sağlar.
1. Meyhaneye karın doyurmaya gidilmez. Sıcak ana yemek ve tencere yemekleri bulunmaz.
2. Meyhanede içkinin yanında yiyecek olarak çeşitli mezeler sunulur. Mezelerin çeşidi
oldukça fazla, miktarları azdır.
3. Meyhanede mezeler listeden değil görerek tepsiden, tezgâhtan veya vitrinli dolaptan
seçilir.
4. Rakı sofrası sadece damaklarda kalması gereken bir tatlar toplamı değildir. "Sofra
donatmak" meyhane geleneğine özgü bir uygulama olup işlevi, görsel olarak mideyi ve beyni
rakı törenine hazırlamaktır.
5. Meyhaneler gündüz saatlerinde boştur.
6. Meyhane saygılı bir ortam, her müşteri adeta bir kraldır. Meyhaneci veya şef
garson müşteriyi büyük bir saygı ile karşılar, oturacağı masaya kadar eşlik eder, müşteri de
tanısın tanımasın diğer masalarda oturanları selamlar.
7. Meyhanelerde, soğuk mezelerin çoğu taze olarak günlük hazırlanır ve tüketilir.
Sıcak mezeler ise önceden hazırlanmaz, pişirilir pişirilmez servis yapılır. Meyhanelerin
bulunduğu yerler civarında bazı özel mezeleri satmak veya hazırlamakta uzmanlaşmış esnaf
varsa müşterilerin midye dolma, kokoreç, lakerda, pastırma, buzlu badem ve taze ceviz gibi
mezeleri dışarıdan satın alıp getirmelerine hatta bu esnafın içeri girip masalarda satış
yapmasına izin verilir.
8. Eski gündelik yaşantımızda erkeklerin iş dönüşü yolları üstündeki meyhaneye
bugünkü deyimle "takılmaları"  içkinin yanında meze yiyip akşam yemeğini mutlaka evlerinde aileleri ile yemeleri esas olduğundan meyhanelerde ana yemek bulunmazdı. Bugün yinede isteyenler için ızgara et veya balık devamlı hazır bulundurulmaktadır.
9. Meyhanede insanların aralarında konuşmaya engel olmayacak kadar yükseklikte bir
sesle müzik çalınabilir. Çoğu kişi için buna en uygun olanı da Türk Sanat Müziği'dir. Ancak
günümüzde bazı meyhane ve benzerlerinde devamlı açık olan maç yayını veya müzik yayını
yapan televizyonlar bulunmaktadır.

Meyhane ve içmekle ilgili kural ve ritüeller, modern çağa çok eski bir geçmişten ulaşan kalıntılardır. Gerçekten de meyhane, yaşamın diğer alanlarından büyük ölçüde kaybolmuş arkaik davranış biçimlerinin korunduğu bir tür rezervuar olarak nitelenebilir.

Meyhaneden bara geçiş ise şu şekilde olmuştur:

Koltuk meyhanelerinden zaman içerisinde "balozlar" türemiştir. Balozlar, tam bir
batakhane, berduş takımının gittiği sefil yerler olmuştur. Buralar kaçak olarak işletilip,
denetimden uzak, müzikli, salaş yerler olup, 18 yaşından 40 yaşına kadar kadınların görev
yaptığı pavyonlardır. Hayat kadınları, "prime ur" şarapla konsomatrislik yaparak çalışırlarmış.
Balozlar zaman içinde denetim altına alınarak "saz" haline dönüşmüştür. Daha sonra devreye
yavaş yavaş gazinolar girmeye başlamıştır.

1800'lü yılların sonlarında Beyoğlu'nda "Kafe Şantan" (Café Chantant) adı verilen daha çok yabancıların tercih ettiği, atraksiyon, revü, skeç ve pandomim gösterilerinin yapıldığı bir çok eğlence yeri açılmıştır. (Alhambra, Mardas, Büyük Alkazar, Kristal Palas...) Ardından kabareler de açılmaya başlamış ve ilk Amerikan barlar burada yer almıştır.
Kafe Şantan ve kabare barlar yeni eğlence ve içki alışkanlıkları doğurmuştur. I. Meşrutiyet'e (1876) kadar içki sadece meyhanelerde içilirken daha sonra rakı ve şarap servisinin yapıldığı meyhaneler kendi aralarında sınıfa ayrılmışlardır.
II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra içki yasağının gevşemesiyle içki üretim ve tüketiminin artması eğlence sektörünü etkilerken, dönemin Beyoğlu semti adeta küçük bir Paris haline gelmiştir.

Galatasaray'da açılan ilk birahaneyi 1911'de ilk bar, "Garden Bar", takip eder.
1918-1920 yılları arasında Beyaz Rusların gelmesiyle eğlence değişik bir kimlik kazanır. Sarı votka ile tanışılır. Rus kızları "Harço"lar (bugünün tabiriyle Nataşalar) hosteslik yaparlar.
Beyoğlu'nda ön yakada eski düşesler votka sunarken, arka yakada Odessa ve Kiev
genelevlerinden kaçan kadınlar kokain pazarlarlar.

1940'lı yılların sonu ve 1950'lilerde bar, pavyon, gazino ve gece kulüpleri birer birer yerlerini almaya başlamışlardır. Günümüzde gerek Kur'an-ı Kerim'in alkol (şarap-hamr: açıkça haram olan içki şarap olarak belirtilmiştir) yasağından sıyrılmaya olanak sağlaması, gerek daha ucuz, gerekse de damıtık bir içki olmasından dolayı artık meyhaneler neredeyse sadece rakı içilen yerlere dönmüştür. Her dönem batı içki kültürü doğudan, doğu içki kültürü de batıdan etkilenmiştir. Bunun içinde aslında şarap içilen (ve satılan) yer olan meyhane önce rakıya, sonra da yavaş yavaş bara yenik düşmüştür.

Meyhaneler 1970-1980’lerden sonra yavaş yavaş azalmışlar, yerlerini modern restoranlar ve barlar almıştır. İlhan Eksen’e göre genelde bar ortamı gürültülü ve kalabalıktır. İnsanların çoğu ayaktadır. Genellikle tüm içki ve kokteyller bulunur. Meze olarak sadece kuru yemiş, salatalık ve havuç bulunur. Meyhaneye oranla daha çok kadın bulunur hatta bazılarına bayansız girilmez. Ortam sohbet etmeye pek uygun değildir.

1990’larda İstanbul’da meyhane geleneğini yaşatmaya çalışan yerler arasında Kumkapı, Yeniköy, Tarabya, Asmalımescit, Balat, Tarlabaşı, Tepebaşı, Sütlüce, Moda, Pangaltı, Yeşilköy ve Beyoğlu Çiçek Pasajı ve Nevizade’deki meyhanelerin sayılabileceği
bildirilmiştir.

            Sonuç olarak:

            Rakı içimi ve meyhane ortamı yanında birçok kültürel ögeyle birlikte var olmuştur. Bu ögeler bizim Türk toplumsal hayatında gözden kaçırdığımız birçok farklı ipuçlarına sahiptir. Toplumların eğlence hayatları aslında onları çözümlememizdeki kilit noktadır.

Çeşitli ülkelerde yaşayan alkol kullananların benzer kişilik ve aile yapıları, ortak grup
amaçları, davranışları, değerleri ve tutumları göz önünde tutulursa günümüzde bunların ortak
bir kültürün etkisi altında kaldıklarını kabul etmek gerekir. Bu insanlık tarihi boyunca değişik
coğrafyalarda oluşmuş alkol kültürünün, çağımızın kitle iletişim ve haberleşme (basın-yayın,
televizyon, sinema, internet) araçlarından yararlanarak oluşturduğu yeni bir kültür bileşimidir.
Bu araçlarla kıt adan kıt aya, ülkeden ülkeye, toplumdan topluma hızla yayılmaktadır.
           
2006’dan bu yana aralık ayının ikinci cumartesi günü “Dünya Rakı Günü” olarak kutlanmakta. Rakı gününde tüm meyhaneleri doldurmak ve rakı kültürünü yaşatmak dileğiyle.



 KAYNAKLAR:

 Alkol Kültürü, Tarihsel süreç ve Meyhane Kültürü
(Dr. Fatih Öncü, Dr. Kültegin Ögel, Dr. Duran Çakmak)

Genç Haber Türk, Dünya Rakı Günü, Erdem Yücel





26 Kasım 2015 Perşembe

SORAYA'YI TAŞLAMAK - İnceleme

SPOİLER İÇERİR!

Kitleleri harekete geçirmekte kullanılan en geçerli yollardan birisi dini inançlardır. İnsanlar çoğu zaman bağlı bulundukları dinsel otoriteye itaat ederler. Ve bazı insanlar çıkarları doğrultusunda kitleleri dinsel inanç adı altında peşlerinden sürüklerler. Toplumlar söz konusu din olduğunda tek başlarına yapamayacakları birçok eylemi yapabilme cesaretini gösterirler. Bu eylemler, insanlık dışı eylemler dahi olabilir. Grup halinde hareket edildiği zaman bireyler daha acımasız olabilirler. Guruptan atılma korkusu onları vahşice eylemler yapmaya sürükleyebilir. Recim gibi. Recim Türkçe sözlükte kısaca şöyle geçiyor: “Şeriat düzeninde bir insanı taşa tutarak öldürme cezası”[1] elbette bu insan çoğunlukla kadın oluyor. Kadınların, konu suç ve ceza olduğunda düşünülmeden katlediliyor olması sadece İslam topluluklarına özgü olmasa gerek. Tarih boyunca kadının çoğu zaman ikincil konumda olduğu gerçeği biliniyor.

Toplulukçu kültürlerde bir takım kararlar alındığında bunu topluluğa uygulamak çok daha kolay olur. Bireyci kültürlerde kişinin çıkarları grubun çıkarlarından daha önemliyken, toplulukçu kültürlerde grup çıkarları bireyin düşünce ve davranışlarını yönlendirir. Toplulukçu kültürlerin insanları, grupların onayını almayı bireyci kültürden insanlara göre daha fazla önemserler ve alamazlarsa da utanç duygusu yaşarlar. Bireyci kültürden bir kişi gruptan özerk olma ve birey olma gereksinimine daha fazla sahiptir. Bu farklı kültürel yönelimlerden çıkarılan sonuç, toplulukçu kültürden olan kişilerin bireyci kültürlerden olan kişilere oranlara daha fazla uyma davranışı gösterecekleri yönündedir. Gruba uyum, toplulukçu kültürlerde, bireyci kültürlerde olduğu gibi bir zayıflık ve birey olma özelliğini yitirme işareti sayılmaz. Tam tersine kişiden beklenen budur ve olgunluk belirtisidir.[2]  Bu tür durumlarda olgunluk çoğu zaman size ya da bireysel vicdanınıza uygun olanı değil grubun vicdanına uygun olanı seçmekten hatta benimsemekten geçiyor.

 İslam toplumlarında ise bu durum çok daha kolay. Çünkü benimsediğiniz şey aynı zamanda alsa sorgulamamanız gereken dininizin emirlerini uymak oluyor. Bu ise sizi tanrınıza bir adım daha yaklaştırıyor ve belki cennetteki yerinizi sağlamlaştırıyor. İslam dininde Allah’ı sorgulamak günahtır ve dolayışıysa Allah’ın emirlerini de öyle. Sosyal normlar, belirli durumlarda nasıl davranılması gerektiği hakkında yol göstericiliği olan ve beklenilen davranış yapılmadığı zaman ceza verici bir tepki doğurarak yaptırım gücü yaratan kurallar olarak tanımlanabilir. Yaptırıp gücü en hafifi tasvip etmemeyi gösteren dudak bükmeden başlar, gruptan atılma ve ölüme kadar gider.[3] Yani eğer inandığınız şeyi tam olarak bilmiyor ve bildiğini düşündüğünüz kişilere gözü kapalı olarak itaat ediyorsanız bu durum dinsel inançtan daha çok grup psikolojisinden ve dışlanma korkusundan ileri geliyordur.

SORAYA’YI TAŞLAMAK


Erkek egemen toplumlarda en önemli şeylerden birisi “namus”[4] tur. Bu yüzden kadınlar namuslarını kirletecek herhangi bir şey yaptığında, bunu temizlemek için ellerindeki tüm yetkiyi kullanırlar. İslami topluluklarda ise erkeklerin eline bu anlamda verilmiş çok geçerli şeriat kanunları vardır. Namussuzluk yapan kadını recmetmek da bunlardan birisidir. Filmde taşlanan Süreyya masumdur, iftiraya uğramıştır ama onun masum olması yapılan eylemin bu nedenle yanlış olduğunu göstermez. Taşlanan kadın suçlu olsa dahi, bu tür insanlık dışı eylemler ne dinsel inanç ne de başka bir otorite gösterilerek yasal kılınamaz.

Castells’in “direnmeci kimlikler” içinde sınıflandırdığı dinsel kimlikte, anlam arayışı cemaatçi ilkeler etrafında savunmacı bir kimlik kurgulanması sürecinde oluşuyor. Üstelik dinsel kimlik, Batı’da yaygın olan inancın aksine salt İslam’la sınırlı olmadığı gibi,[5] her iki durumda da geleneğe dönerek değil, geleneksel malzeme üzerinde “çalışılarak” yeni bir kutsal dünya yaratılmasına dayanıyor.[6] Filmde Süreyya’nın kocası da geleneksel malzeme üzerinde çalışarak var olan şeriat kuralını çıkarı doğrultusunda uygulatıyor. Karısından boşanmak ve kendisinde yaşça çok küçük olan bir kız çocuğuyla evlenmek istiyor fakat karısı boşanmayı kabul etmiyor, eğer boşanırlarsa kız çocuklarının ve kendi geçimini sağlayabileceği herhangi bir geliri yok. Buna paralel zamanda komşulardan Haşim’in karısı vefat ediyor. Molla, Muhtar ve Süreyya’nın kocası karar alarak Haşim’in ev işlerine Süreyya’nın yardım edeceğini söylüyorlar. Süreyya para karşılığında ev işleri yapmayı kabul ediyor. Bunu fırsat bilen molla ve Süreyya’nın eşi durumu aleyhlerine çevirmek için dedikodu çıkarıyorlar. Süreyya’nın Haşim’le ilişkiye girdiğini ve namussuz olduğunu söylüyorlar. Böylece Süreyya’dan kısa sürede kurtulmuş olacaklar. Haşim’i de tehdit edip yalancı şahitliğini alıyorlar ve muhtar tarafından Süreyya’nın recmedilmesine karar veriliyor. Ne oğulları ne de babası Süreyya’nın yanında olmuyor, onun suç işlediğine inanıyorlar. Böylece var olan dinsel yasa üzerinde çalışılarak birtakım kişilerin çıkarlarına yarar biçimde kullanılıyor.

Bu duruma karşı çıkan kişi ise Süreyya’nın halası Zehra. Zehra muhtarı uyarıyor, aldıkları kararın bir komplo olduğunu, geçerliliği olmadığını söylüyor. Zehra karakteri filmde var olan düzene, dinsel otoriteye karşı gelmeden başkaldırıyor. Alınan yanlış kararları sorguluyor ve yaşından dolayı kararların düzeltilmesi adına diğer kadınlardan biraz daha fazla konuşabiliyor. Yine de çoğu zaman susturuluyor ve tehdit ediliyor. Zaten İran’da bu anlamda kadının sesi olmadığı da filmde geçen bir diyalogda yer alıyor. Kararlar erkekler tarafından veriliyor, ilan ediliyor ve uygulanıyor ama kadınların hiçbir sorgulamaya kalkışmasına izin verilmiyor.

Küçük çocukları toplum tarafından ne kadar kolay şekillendirildiğini de film de görmek mümkün. Oyun oynamaları gereken yaşta, ellerinde taşlarla annelerini taşlıyorlar tıpkı günümüzde de birçok eylem de çocukların ön plana sürüldüğü gibi onlar da kullanıyorlar. Çocuklar masumiyet ve sevginin simgesi. Bu nedenden ötürü olsa gerek, başta annesine düşman olan büyük oğlu ki babası tarafından dolduruluyor annesini kanlar içinde görünce ağlamaya başlıyor. Taşlama[7] adlı öykü de geçtiği gibi taş yığını artık mezar oluyor. Süreyya’nın cesedinin gömülmesine bile izin verilmiyor.

İnançlarına körü körüne bağlı bu insanlardan biri olan muhtar, kararı verdiğinde tanrısından bir doğru yapıp yapmadığına dair bir işaret istiyor. Filmde işaret olarak gösterilen ilk şey çok dikkat çekici, tam recim başlayacağı sırada köye sirk ekibi geliyor. Hiçbir şeyden haberleri olmadığı çıkıp gösteriye başlamaya hazırlanıyorlar ama durumu öğrenince eylemin bitmesini bekliyorlar. Diğer herkes gibi onlar da sesini çıkaramıyorlar ve Süreyya’nın katlinden sonra da ekip gösteriler yapıyor. Namusu temizlenen insanlar ise kutlamaya katılıyorlar. Aslında bu durum, bu tür olaylara insanların ne kadar alışık olduğunu ve bir kadının ölümünün bile ölümden sayılmadığını gösteriyor. Kadının adı yok. Bu işareti gören muhtarı kılı kıpırdamıyor. İnançlarına böyle bağlılar ama nedense sadece işlerine geldiği zaman.

Bu nedenle dinsel inancın cahil kitleleri yönlendirmek adına birtakım azınlığın kullandığı bir çeşit otorite olduğunu söylemek mümkündür. Kadının kocasına itaatsizliği, aynı zamanda ailenin ve topluluğun bekçisi durumunda olan erkeğe itaatsizlik anlamına geldiği için, İslami hiyerarşiyi tehdit eden bir şeydir. Bu durumda kadın, yalnızca kocasına değil, ümmete, ümmetin cisimleştirdiği akla ve düzene itaatsizlik etmiş sayılır.[8] Kişiliğin ataerkil dayanakları yıkılınca, ailenin ve cemaatin aşkın değeri, “tanrı iradesi” olarak yüceltiliyor.[9] Her iktidar biçimi gibi bu olayda da, otorite sarsılan gücünü yeniden kazanmak için katliamı tüm halkın gözü önünde ve tüm halkın katılımıyla gerçekleştiriyor. Bu diğer kadınlara bir ders verme amacını güderken, erkeklere güç ve cesaret veriyor, erkek çocukları ise eğitiyor. Toplumsal güdülenme öyle yüksek ki kendine evine kapatmış olan Haşim dahi evinden alınıp taş atmaya getiriliyor. Filmdeki ender, vicdana sahip erkek Haşim taş atmıyor ve geri dönüyor. Ertesi gün de Süreyya’nın kocasının istediği kadınla evlenemediğini öğrenince (kadının babası idam edilmiş olduğu için) her şeyin boşuna yapıldığını anlıyor ve kendisine zorla yalancı şahitlik yaptırdıklarını itiraf ediyor. Ama bu itiraf bile muhtarın vicdanını birazcık rahatsız etmekten öteye gidemiyor, kimsenin suç işlediği ve cezalandırılması gerektiği düşünülmediği gibi olayın örtbas edilmesi için çaba harcanıyor. Dün yaşanan insanlık dışı eylem, İslami kurallara göre yanlış[10] olduğu halde durum çabucak sindiriliyor.

“Ne oluyor size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan mı ders alıyorsunuz? Ki ondaki keyfinize göre hükümler sizindir. Yoksa dilediğinizi yapabilirsiniz diye kıyamete kadar geçerli bizden alınmış bir sözünüz mü var?”[11]

Aslında recmetmek eyleminin, tam olarak zina suçunu isleyenlere karşı uygulanması gereken ceza olup olmadığına ve de en önemlisi recim eyleminin tanımına dair tartışmalar sürmekte iken bu eylemin kullanılıyor olması yine dini inancın sömürülmesine örnektir. Kuran-ı kerimde geçen yukarıdaki alıntıda, İslam dini insanların yazılı olan metinleri istedikleri şekilde yorumlarına ve olmayan kuralları varmış gibi göstermelerine, kendilerine göre gerekçeler ortaya çıkarmalarına da yasak getirmiştir. Yani İslami kurallara böylesine sıkı sıkıya bağlı bir topluluk nasıl oluyor da bu durumu gözden kaçırıyor? Öyleyse aslında bağlı olunan şey topluluk yapısı ve dışlanma korkusu.

Zehra, Süreyya’ya ölmeden önce ona hikâyesini anlatacağına dair söz veriyor. Olayın ertesi gününde ise arabası bozulduğu için köye uğraması gereken Gazeteci Freidoune’ya her şeyi anlatıyor. Bu durumun ortaya çıkmasını istemeyenler ilk olarak, gazeteciyi kadından uzak tutmaya çalışsa da Zehra bir yolunu bulup onu davet ediyor ve hikâyesini kayda almasını istiyor. Gazeteci çıktığında, katliamın başını çekmiş olanlar durumu tahmin ediyorlar. Adamı durdurup tüm kasetlerini parçalıyorlar. Yaptıklarının aslında dinsel ya da hukuksal hiçbir yasaya uymadığının onlar da farkındalar ve bu durumun ortaya çıkmasını istemiyorlar. Bu durumu tahmin ettiği için Zehra kaseti kendisi saklıyor ve adam arabasıyla köyün çıkışına yaklaştığında ona geri veriyor. Film, Freidoune Sahebjam’ın gerçek olaylara dayanarak yazdığı “The Stoning of Soraya” adlı kitabından uyarlanarak çekilmiş. Yani Zehra bu katliamı gerçekten tüm dünyaya duyurmuş oluyor. İnternette çeşitli forum sitelerinde yazanlara göre ise film İran’da yasak olduğu gibi Türkiye’de de yasaklanması talep ediliyor fakat reddediliyor.

Bu tür durumlarda neden kadınların birlikte olarak tepki göstermediklerini, ayaklanmadığını anlamak oldukça güç. Yeterli çoğunluğu sağladıklarında ve seslerini duyurduklarında en azından yaşama haklarının bu kadar kolayca ellerinden alınmasına engel olabilirler. Ama ortada çok büyük bir faktör olan din ve inanç var. Onlar da İslam dinine inanıyorlar ve cezaya karşı gelmenin Allah’a karşı gelmek olduğunu düşünüyorlar. Ama bunu emreden din değil, dinsel otoriteyi elinde bulunduranlar. Aslında dinsel otoriteyi ellerinde bulundurmalarında ziyade kalabalığı yanlarına çekmek önemli olan ve bunu yine yukarıda da belirttiğim gibi toplulukçu kültüre özgü olan yapıyla açıklayabileceğimi düşünüyorum. Gruba uyum, toplulukçu kültürlerde, bireyci kültürlerde olduğu gibi bir zayıflık ve birey olma özelliğini yitirme işareti sayılmaz. Tam tersine kişiden beklenen budur ve olgunluk belirtisidir.[12] Yani bireyler günah işlemekten çok yalnız kalmaktan ve grup tarafından cezalandırılmaktan korkuyorlar ve belki de aynı durumu kendileri de yaşamak istemiyorlar. Yine de katliamın kendi başlarına gelebileceği korkusunu da içlerinde yaşıyor ve bir çeşit paradoksal çelişkiye düşüyorlar. 

SONUÇ

                Kadının ikincil konumu, aşağılanışı yeni bir durum olmadığı gibi bitmiş de değil. Özellikle de İslami toplumlarda, her hâlükârda kadının görünümünün ve tavrının cemaatin “gerçek” kimliğiyle uyum içinde olması, onu doğru biçimde yansıtması bekleniyor.[13] Cemaatin gerçek kimliği ise elbette erkekler tarafından belirleniyor ve bu erkeklerin ne çeşit bir vicdan yapısına sahip olduğunu anlamak ise mümkün değil.  Tabi ki bu tür bir vahşet ne dünyanın her yerinde yaşanıyor ne de önüne geçilemez bir durum ama bu yüzyılda böyle vahşi durumlarla karşılanması insan onurunu oldukça zedeleyen bir olgu. Filmin konu aldığı recmetme eyleminin ise hala tartışılıyor olması şaşılası bir durum. Bunun tartışılıyor olması bile insanlık adına yolun çok başında olduğumuzun kanıtlarındandır.

                Filmin ABD yapımı olması durumun oryantalist bir yanında da olduğunu gösteriyor. “Bakın doğuda, İslami topluluklar neler yapıyor ve biz onları size gösteriyoruz.” Tavrı sezilmekle beraber bu tür bir durumu kitap ya da filmle belgelemek için gerekli cesareti diğer ülkelerin bulamamış olması da oldukça muhtemel.

                Ben izlediğim “Sorayayı Taşlamak” adlı filmi kadın sorunu, dinsel otorite, iktidar, iktidarın görünme biçimi, toplulukçu kültürlerde suç ve ceza yapısı konuları ekseninde irdelemeye çalıştım.  Edindiğim izlenim kadın sorunun bu yüzyılda dahi kanayan bir yara olduğu yönünde. Bunu fark etmek için herhangi bir filmi izlemek ya da bir kitabı okumak gerekmiyor. Çevreye bakarak dikkatli bir gözlem yapmak yeterlidir. Ama filmde yaşanan olay sadece kadın değil bir insanlık, insan olma ve olamama meselesi. Vicdan sorgulaması sorunu, vicdanın ne olduğu, inancın ne olduğu, kimde olduğu, kim tarafından yönlendirildiği sorunudur. Dinin toplumu yönlendirmedeki gücü ile toplumu yönlendirmede dinden öte grup psikolojisinin önemi anlatılmaya çalışılmıştır.

KAYNAKÇA


1.Berktay Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, Kimlik Politikasının Sınırlar ve İslamcı Kadın Kimliği, Metis Yayınları, 2003, s. 116, s.128.
2.Cüceloğlu Doğan, İnsan Ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008, s.558.
3.D. Kandiyoti, “From Empire to Nation State: Transformation of the Woman Question in Turkey” History of Women: Changing Perceptions içinde, Unesco, Paris.  
4.Hulusi Ahmet, Kuran-ı Kerim Çözümü, Kalem Suresi, 36, 37, 38, 39 s. 470.
5.Kağıtçıbaşı Çiğdem, Günümüzde İnsan Ve İnsanlar, Sosyal Etki Ve Uyma, Evrim Yayınevi, İstanbul, 2008, s.97.
6.Manuel Castells, The Power of Identity, Blackwell, 1997, s.7.
7.Püsküllüoğlu Ali, Türkçe Sözlük, Can Yayınları, 2006, s.1450.
8.Payza Halit, Taşlama, Varlık Yayınları, Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi, Mayıs 2010, s. 84





[1] Püsküllüoğlu Ali, Türkçe Sözlük, Can Yayınları, 2006, s.1450.
[2] Kağıtçıbaşı Çiğdem, Günümüzde İnsan Ve İnsanlar, Sosyal Etki Ve Uyma, Evrim Yayınevi, İstanbul, 2008, s.97.
[3] Cüceloğlu Doğan, İnsan Ve Davranışı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2008, s.558.

[4] Namus burada yalnızca kadın bedeni üzerinden yapılan cinselliğe dayalı namustur. Bu anlamda namuslu olduğunu düşünen erkekler diğer her türlü namussuzluğu rahatça yapabilmekte ve hiçbir rahatsızlık duymamaktadırlar. Söz konusu dinsel otorite yaptıklarını günah saymış olsa dahi birtakım hilelerle bu durumlar kendi yararlarına olarak çevrilir.
[5] Manuel Castells, The Power of Identity, Blackwell, 1997, s.7.
[6] Berktay Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, Kimlik Politikasının Sınırlar ve İslamcı Kadın Kimliği, Metis Yayınları, 2003, s. 116.
[7] Payza Halit, Taşlama, Varlık Yayınları, Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi, Mayıs 2010, s. 84
[8] Berktay Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, Kimlik Politikasının Sınırlar ve İslamcı Kadın Kimliği, Metis Yayınları, 2003, s. 128.
[9] Berktay Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, Kimlik Politikasının Sınırlar ve İslamcı Kadın Kimliği, Metis Yayınları, 2003, s. 116.
[10] Şeriat kurallarına göre gerçekten namussuzluk yapan kadın recmedilir deniliyor. Süreyya iftiraya uğramıştır.
[11] Hulusi Ahmet, Kuran-ı Kerim Çözümü, Kalem Suresi, 36, 37, 38, 39 s. 470.
[12] Kağıtçıbaşı Çiğdem, Günümüzde İnsan Ve İnsanlar, Sosyal Etki Ve Uyma, Evrim Yayınevi, İstanbul, 2008, s.97.
[13] D. Kandiyoti, “From Empire to Nation State: Transformation of the Woman Question in Turkey” History of Women: Changing Perceptions içinde, Unesco, Paris.